Kategoriler
Uncategorized

ÜÇ AY

        Karşımdaki adam yarım saattir aralıksız konuşuyor. Hayatım boyunca yarım saat aralıksız konuşacak kadar bir şey bildiğimi hiç düşünmedim. Sıcak…. Koltuk altlarımdaki ter miktarı o kadar fazla ki kollarımı canım sıkıldığında sandalyenin yanından bir ileri bir geri salarak bu sürtünmesiz yüzeyin keyfini çıkartıyorum. Kolumun her sallanışında sallama hızına bağlı olarak bir rüzgar aralanan boşluktan içeri  giriyor ama bu ıslaklığın kuruyacağı yok. Karşımdaki adam ise sıcağa teslim olalı çok olmuş z eksenine doğru büyüyen kaşlarında biriken ter damlaları gözlerine ulaşıp onları tuzla kavurmadan beş dakika bir gözlüğünü çıkartıp eliyle geniş alnında ve kaşlarında biriken teri kıvırdığı işaret parmağıyla sağına doğru kaydırırken; ben bu kutsal parmağı benzincilerdeki cam silme aparatından daha mükemmel buluyorum. Bir tutam saçı kafa derisinin saç olmayan bölgelerine doğru yatırmış bu adamın, gözlerinin önünde ise esmer vücut derisine tam olarak uyan kahverengi camlı bir gözlük var. Muntazam olmayan  burnu ise asıl garipliğini hemen aşağısında iki koca çukurda saklıyor. Bir su aygırını kıskandıracak ölçüde genişçe açılıp kapanan bu deliklerin dalgalanmasına bakarak ne söylediğini çıkarmaya çalışıyorum. İleri çıkık dudakları yüzündeki tüm koyu kontrasta ters düşer biçimde pespembe ve dışarı çıkık. Öğle tatilinde yediği yemek belli ki hoşuna gitmiş keza tükürük bezleri hala etkin. Duyamadığım ve bana etki yaratmayan cümleleri ağzından çıkarken bu tükürüklerden payıma düşeni alıyorum. Islak tanecikler yüzümün farklı noktalarında garip bir nemliliğe yol açarken hayatımda hiçbir getirisi olmadan ödediğim bedeller arasında, en küçüğünün bu olduğunu düşünüyorum. O yüzden eski bir alışkanlıkla rahatım bozulmuyor bile. Ellerini sandalyenin aşırı hareketli tekerleklerinin azizliğine uğramamak için bir çapa gibi meşgul gözüksün diye önüne koyduğu üzerinde bir kaç saçma karalamanın olduğu kağıtlarının iki yanına demirlemiş. Bu demir ellerin parmaklarındaki kıllar inadına simsiyah ve kıvırcık. Beynim hiç olmadığı kadar sakin ve sonuna kadar tüm algılarım açık. Hayallerimin rayına hiçbir zaman oturmayan kararlarım , düşüncelerim ve benliğim bir olmuş doktorun söylediği gerçeğe odaklı. Doktorun gözlük camının rengiyle benzersiz bir uyum sergileyen duvar saati öğleden sonra ikiyi gösteriyor. Ve ben tam yarım saattir yakın zamanda öleceğimi biliyorum.

         Tam şu anda diğer tüm insanların ne yaptığıyla acayip ilgiliyim. İçeri girerken gördüğüm yılların tüm çizgilerini alnında barındıran o kadın tam şu anda ne yapıyor? Ya o hastaneye gide gele gözlerinin dalgınlığında artık boş hastane koridorlarını gördüğüm yaşlı adam? Bir tane de çocuk görmüştüm öyle ya, çevresindeki ağır havaya rağmen özgürce koşturuyor yaşının en çok kıskanılası özelliğiyle kendiyle zaman geçirirken inanılmaz mutlu oluyordu. Bu insanlar benim öleceğimi umursarlar mı? Peki bu hastanenin dışında ki insanlar neler yapıyor? Ana kapını girişindeki taksici sarı-beyaz bıyıklarıyla oynarken ağzında en eski arkadaşı uzun sigarası var mı? Yoksa şu an yolcu almış da onu istediği yere mi götürüyor. Aldığı yolcu üzgünse uzun zamandır alışık olduğu yöntemle kendi müşterilerinin nasıl da iyileşemez denilen hastalıklardan  yakalarını kurtarıp iyileştiğinin bahsini yapacak. Müşteri ağlamaya başlarsa daha da yüksek sesle anlatacak hikayesini. Cümle başına düşen ‘yüce rab’, ‘Allah isterse’, ‘baht’ kelimelerinin sayısını arttırıp konuştukça konuşacak. Uzaktan bakıldığında bu garip bir şeytan çıkarma ritüeline bile benzeyebilir. Belli kelimelerde sürekli sesini yükselten bir adam ve karşında içinden çıkmayı reddeden şeytanın baskısıyla ağlayan kurban. Taksiyle geçtikleri yerlerden birinde uzun kırmızı ışık ve derin sessizlik çevredeki az katlı apartman sakinlerinin bu garip ayinin sesinden rahatsız olmalarında neden olacak. Mastürbasyonla yeni tanışan ergen çocuk tam işinin sonundayken bu gürültüyle yerinden zıplayıp her zaman içinde olan ve gizli gizli zevk aldığı basılma riskiyle yüzleşecek ve telaş yapıp ortalığı batıracak. Alt katındaki kız pencereden sarkmış telefonla konuşurken sesten rahatsız olup pencereyi kapatırken belki de 85.kere erkek arkadaşını affedecek. Kendi basiretsizliğiyle yüzleştiği otuz saniyenin ardından hemen en yakın kız arkadaşını aradıktan sonra karşısındaki kız; diğer kızın ‘çok ağladı, pişman oldu, şöyle duygulu şeyler söyledi böyle özürler diledi bende dayanamadım affettim’  yalanlarına inanır gibi yapacak ama arkadaşına gerçekten de hak verecek. Kendi zayıflığını nasıl erdem gibi gösterdiğini kendisinin de yakın arkadaşının dertlerini sırf onun erkek arkadaşıyla yattığı günahını örtbas etmek için dinlediğinden yapacak bunu. Sonrasında akşamları gece yatmadan aklına geldiğinde o çocuğa mesaj atıp “beni seviyor musun” diye sormayı ihmal etmez bu yakın arkadaş. Çocuk da Türkçede yazılmış bütün klişe cümlelerle asıl sevdiğinin o olduğuna yemin edecek. Kız uyku ilacını almış gibi gözlerini kapatıp kendini uykuya teslim ederken o çocukla birlikte yeni başlayan ‘yasak aşk’ adlı yaz dizisindeki sahneleri yeniden canlandıracak. Kızın babası her zaman geç gelir eve iki işte çalışır ne kadar da erken gelmeye çalışsa hiçbir zaman yakalayamaz kızını uyanıkken. Kapısını aralar ve kızının gitgide bir kadının çehresine benzeyen yüzünde omzundan inmeyen saçı örgülü kız çocuğunu arar. Yorgunluktan bile beter bir ağırlık çöker yüzüne çoğu zaman yemek bile yemeden bırakır kendini yatağa..

Ne olursa olsun ama ne olursa olsun hepsi de yaşamaya devam edecek; ihanetlere, pişmanlıklara, hayal kırıklıklarına, sevgisizliğe rağmen milyarda bir olmanın küçüklüğüyle yaşamaya devam edecekler dünyada. Ne kadar kıskanıyorum onları .Bu yaşadığım… Arada bahsedilen ama üzeri  hep örtülmeye meyilli, insanların büyük bir kibirle kendilerine unutturdukları en büyük gerçek: Ölüm. Ölüyorum işte tüm yarım kalmışlıklarımla gömecekler beni. Toprağa asla gerek kalmaz üstü kapatmak için keza o kadar çok ki bu parçalar tüm bedenim kaplamaya fazlasıyla yeteceklerdir.

İçinde bulunduğum bu sonsuz anda kulaklarım hiçbir şey duymuyor. Karşımdaki insan ne zaman ölmeyeceğini bilmediğinden midir nedir daha bir yüce geliyor gözüme ben ise bu yükün altında süklüm püklüm pejmürde bir haldeyim sanki. Şu an kafamı uyuşturmak için her şeyimi verirdim. Hoş kendimi o kadar fakir hissediyorum ki ne verebileceğim hakkında hiçbir fikrim bile yok. Belki ömrümün bir ayını verebilirim ha. Aklıma eski Türk efsanelerinde geçen meşhur işkence yöntemi geliyor. İşkence yapılan kişinin saçları kesilir ve kafasına deve derisi yapıştırılır. Yeni saç kökleri çıkacak yer bulamayınca kafatasından içeri girmeye çalışırlar ve kurban inanılmaz acılar çeker. Öyle ki her geçen gün bilinci kaybolur, mankurt denilen kölelere dönüşür. Evet evet şu an bir mankurt olabilmek için kalan ömrümün bir ayını verebilirdim. Kalan iki ayda da benimle yerleri silebilirlerdi. Herhangi bir düşünce yok;Her şeyi sis gibi kaplayan bir acı…Korkuyorum. Gırtlağımdaki yumru mankurtların kafasındaki deri gibi sanki hiç geçmeyecekmiş gibi orda. Ne tam anlamıyla ağlayabiliyorum ne de rahat nefes alabiliyorum. Öyle bir ayardaki bu mel’un yumru hem bir kurtarıcı hem de kendini her daim hatırlatan bir iğne.Sesimi titretmeden konuşmama müsaade edeceğinden şüpheliyim. Doktor ise baş edemeyeceği duygusal bir kriz üstüne kalmadığı için oldukça sevinçli sanırım. İki ev hanımının mahalledeki su kesintisi veyahut pazardaki sebzelerin pahalılığı hakkında değiştiremeyecekleri gerçekler etrafında dönüp dolaşıp saatlerce sohbet edebilmeleri gibi aralıksız konuşma konusunda oldukça başarılı ve konuşmaya ara vermeden devam ediyor. Benim konuşmama gerek kalmaması da bu durumun en iyi tarafı.

Ne kadar aptalım. Gerçek mutluluğun her zaman yanı başımda olduğunu nasıl göremedim. Mutluluk bu zamana kadar ne olmuştu  benim için? Hastaneye gelmeden önce bu konu hakkında en ufak fikrim bile yoktu ama şimdi bir şeylere anlatabilirim sanırım onun hakkında.Şu an rahatlıkla üç ay sonra ölmeyeceğini bilmendir diyebilirim mutluluk için. Üç ay ölmeyeceğini bilerek kahkaha atmayı da gayet mutluluk tanımının içinde sokabiliriz bununla beraber. Mutluluk; sabah pastaneden aldığın poğaçanın kokusunu duyumsamak için hemen alıp tıkınmak yerine otuz saniye oturup gözlerini kapayıp koklamaktır o kokuyu. Türlü diyet programlarıyla bedenini zayıflatırken ruhunu da zayıflattığını bilerek; ne idiğü belirsiz modellere öykünmene neden olan tüm görsel çöplüklerin karanlığından uzakta  bir adet daha sipariş etmektir. İşe beş dakika geç kalmaktır belkide… Sonrasında müdürün sinirli bakışlarına aldırmayıp hiçbir yalana sığınmayıp ağzından dolup taşan bir gülümsemeyle ‘bugün poğaçalar çok güzeldi; İkincisini de söylemeden duramadım’ diyebilmektir. Her şeye sahiptim ama her şeye. Uyanmadan 5 dk önceki o tatlı uykuya, günün ilk sigarasının tatlı baş döndürücülüğüne, yazın gittiğim o harika kasabada dalından kopardığım domatesin tadı ve o kadim zeytin ağaçların meyvesinden çıkan yağ  ve toprağın tadına. O yerde girdiğim denizin soğukluğu, ilk başta içine giren bu yeni canlıya mesafeli olan deniz titretirken seni hemen sonra ferahlatıcı bir tül gibi sarar bedenini. O denizden çıkan balık…Evet denizin tadına da sahiptim. Ah ne kadar da ahmağım. Şu ana kadar ruhum ve bedenimle birlikte bir bütün gibi hareket etmek isterdim her zaman ve bedensel zevkleri küçümseyerek ruhumu yücelteceğimi sandım. Halbuki ben bir bütünmüşüm orda hem de ne bütün. Dünyanın iki kadim gücü toprak ve deniz emrime amadeymiş. Nasıl göremedim. Kendi yarattığım buhranlara hapsederken kendimi hep daha derin bir uçurum buldum kendimi atabileceğim. Aslında bu kadar zamana kadar ölmemem bir mucizeydi belki de .Bu kadar ‘hep’ in koca bir ‘hiç’ halini aldığını göremedim. Bir insan bu kadar karanlıkta yaşarsa sonu ne olabilirdi ki zaten. Gittikçe dönüştüm o karanlık vadilerde. Bir sıçan gibi korkarak yaşadım, niye? Her gün sabah kalktığımda ölmeyi diledim. Birbiri ardında günün ritüelleri tekrar ederken kalbimdeki mutsuzluğu sonunda biri görmüştü. O birisinin bir kadın olabileceğini düşlemiştim belki de. Bana yardım edecekti sonra her gün gülerek uyanacaktık. Onun yerine tanrı görmüştü ;verdiği canın böyle hoyrat kullanılmasına dayanamamış ve borcunu geri istiyordu işte. İnsanın bir şeyin gerçek değerini anlayabilmesi için ille de kısıtlanmaya muhtaç olması garip. Arkadaşım evde yediği yemeğin kıymetini üniversiteye geldiği yabancı şehirde yemek yapabilmek için hayatında ilk kez markete gittiğinde anladığını söylerdi. Bir başka arkadaşım ilk sevdiği kızın kıymetini diğer sevgilerinin sütyen ölçüleriyle karşılaştırarak özlemle anardı. Her sene benzin daha da pahalanırken aslında senin ilk zamanlar gayet de ucuza aldığını fark etmen gibi. Dostoyevski’nin o pek meşhur kahramanı Raskolnikov yakında hapse gireceğinin bilinciyle uçurumun kenarında ufacık bir kaya çıkıntısı ister tanrıdan, orda özgürce yaşadığı müddetçe en ufak bir sıkıntı çekmeyeceğinden o kadar emindir ki…İnsan her zaman kaybettiği zaman anlayacak bir şeyin kıymetini. Kadim anamız Havva, ölümsüzlüğün kıymetini meyveyi koparıp da ölümle cezalandırıldığında anladı. İnsanın kaderi her zaman böyle mi olacak gittikçe azalarak biterken hep daha iyisinin dünde kaldığını bilerek acı içinde yaşayarak mı?

Sırtımdaki terler soğurken havanın sıcaklığıyla birlikte yarattığı tezat uykumu getiriyor; yapış yapış ama bir o kadar da güzel bir durum bu. “Gözlerimi kapatsam ve hiç uyanmasam olmaz mı? Şimdi gelse ecelim; Sıcağıyla cehennemi bu kadar andırır bir odada ölsem de yumuşak bir geçiş olsa benim için”. Doktorun boğuk sesi daha netleşiyor giderek odanın acımasız kokusu burun deliklerimi yeniden kaşındırırken artık bu sonsuz anadan koptuğumu biliyorum.

“Yüzüm şu an nasıl görünüyor acaba. Ölümün karanlığıyla gölgelenmiş midir şimdiden?”

-Beyfendi,beyfendi!!

Anadolunun hangi köşesinden olduğu belli olmayan bir şiveyle bana sesleniyor doktor. Garip bir televizyon skecinde miyiz, böyle konuşan insanlar gerçekten var mı? Kara komedi dedikleri bu olsa gerek.

-Dinliyorum.

-Yani şimdi beyfendi kardeşim bu zaman olayına fazla takılma bana sorarsan? Kanser hücrelerinin bölünme hızına yönelik bir olasılık hesabı.

Kırmızı siyah kanser hücrelerinin ağzımdan kusmuk gibi ağzımdan taşarak beni boğduğunu hayal ediyorum. Kulağımda yankılanan boğuk ses yerini berbat bir çınlamaya bırakıyor.

-Tabi tedavi yöntemlerimiz de var. Çoğu hastamız tercih etmiyor ama… Saç dökülmesi gibi yan etkileri olduğundan sanırım. Saç dediğin nedir yahu bir tutam kıl sanki çok da şey yani.

Elini gerçekten bir tutam kıl olan kafasına koyup, yağlı kafa derisinin elinden kurtarmayı başaramadığı bir kaç kıl kökünü havaya doğru kaldırıyor. Uysal kıllar doktor elini çeker çekmez son sürat yapışıyorlar yeniden kaldırıldıkları yere.

“Ölümden daha da kötü şeyler varmış gerçekten de  bu hayatta.”

-Bana sorarsanız kardeşim. Size kardeşim diyebilirim bu arada değil mi? Size kanım ısındı da,

“Yalandan bir samimiyetle karşısındakini kendi seviyesine indirme ve bu durumun sadece ona yönelik olduğunu söyleyerek ona kendini hissettirir. Kim demiş Türklerin en iyi taktiği hilal taktiğidir diye?”

-Sen kesinlikle katılmalısın bu tedavi programına.

Elime kimsenin içindekileri okumadığı üstünde koca kafalı gülen insanların olduğu broşürlerden veriyor. Çekmecesinden çıkarıp birden elime yığmaya başladığı kağıtlarda beyaz saçlı bir ton ton dede gözüme takılıyor .’ALZEHİMER’A TESLİM OLMA’ yazıyor üstünde broşürlerden kaldırıp doktora çeviriyorum bakışlarımı,

-Hah aha onlar oraya nasıl girmiş canım neyse…Anneniz babanız yok mu canım onlar verirsiniz işte.

Yalandan olduğu bariz bir biçimde;

-Nurten Hanım ne işi var bu broşürün burada.

“Nurten Hanım’ın elinde örgüsüyle kafasını sessizce sağa sola sallayışını görür gibiyim.”

-Neyse biz işimize bakalım, dediğim gibi istersen hemen pazartesi başlatayım seni tedaviye…

“Bu ülkede hafta sonu denildi mi hayat durur. İstemediği işlerde çalışan yüzbinlerce insan ve hak ettikleri ödülleri arasına kimse  giremez.

Ağzım kendiliğinden aralanırken, ben bile ne söyleyeceğimi merak ediyorum. Zira uzun süredir kendimi oto pilota almış vaziyetteyim.

-Ehehe, Teşekkür ederim doktor bey. Sanırım ben tedavi olmayı düşünmüyorum.

-Bak emin misin sevgili kardeşim.

“Sesinde ‘ne yaparsan yap’ diyen annelerin çocuklarına hissettirmeyi pek sevdiği hava var.”

-ehehe, evet eminim. Teşekkür ederim zahmetleriniz için.

Aniden naylonu eskimesin diye çıkartılmamış ofis sandalyesinden fırlıyorum. Doktor da bu ani hareketten şaşırmış bana bakıyor .Bayılmak üzere olduğumu hissediyorum. İçerisinin sıcağıyla, doktorun vücut kokusunun öldürücü kombinasyonuna artık maruz kalmak istemiyorum

“Zaten öleceğini bilen bir adamın gizli güçleri vardır..”

-Durun yahu biraz daha otursaydınız, Nurten Hanım çay getirin bize. Nurten Hanım…NURTEN!!

Yuvarlanan bir sandalyenin sesi kulaklarıma ulaşıyor. Gözlerimin doluşunu saklamak için başımı hafifçe öne eğip hızla çıkıyorum odadan. Gözleri fal taşı gibi açılmış koşan bir Nurten Hanımla çarpışmayı kıl payı es geçiyorum .Oto pilot benliğim normal kalmakta  zorlanıyor artık. Ansızın bastıran zonklamalarla sistem hatası veriyor. Küçükken hastalık bulaşır diye girmeye korktuğum hastanenin tuvaletine girip bir kabinin  içine kendimi atıyorum. Ayaklarım artık taşıyamaz bu yükü. Yere yığılıyorum, sağ ayağım vücudumun altında kalacak şekilde kıvrılmış olsa da önemi yok. Ve ağlıyorum daha önce hiç ağlamamış gibi ağlıyorum. Yapılan bu haksızlığı kaldıramıyorum, buna karşı da mücadele edemem artık. Bir şeylerin rast gitmeyişinin de bir sınırı olmalı değil mi?

“Aptal.”

Zehir gibi bir ses sadece benim duyabileceğim ölçüde kulağıma fısıldarken korkudan ağlamayı unutuyorum.

“İyi ki böyle oldu, yoksa senin altını bağlanacağı yaşa kadar ölmeye niyetin yoktu.

-KES!!!!,KAPA ÇENENİİ!!,NE BİLİRSİN SEN HA,NE BİLİRSİN.

Yandaki kabinden bu sefer herkesin duyabileceği bir ses;

-Bana mı diyorsun birader..

-……..,

-aha..,ehe,ıııı , hayır, hayır size değil. Kusura bakmayın lütfen. Arada yaparım ben böyle de.

-Kardeşim sorunlu musun?

Yandaki kabinin sakini normallik hakkında vaaz verirken  kendi pek özel bestesi do majör sıçma senfonisine devam ediyordu.

-Tamam ben seni sonra ararım kızım. Allah’ın bir manyağına denk geldim de.

Bir yandan da kızıyla mı konuşuyordu? Adam söylenerek ellerini yıkıyor ve çarparak kapatıyor tuvaletin dış kapısını. Kapı kapanır kapanmaz bu sefer de sarsılarak gülmeye başlıyorum. Alaturka tuvalette sıçarken ıkınmaktan kırmızı olmuş güneş karasını suratını görür gibi oluyorum. Uçlarını özenle yukarı kıvırdığı bıyıklarının her kasılmada titreştiğini hayal ederken kızına karşıda ikinci hanımı almasına izin vermediği için kızıyordur. Duvarda yankılanana ağlama sesleri dev kahkahalara dönüşüyor. Sonra benzini biten bir araba gibi yavaş kesiliyor gülmemim hiddeti.’gerçek’ ,kafatasımı delerek beynime ulaşıyor. Öyle ya ölüyordum ben bu arada. Her şeye rağmen eğlenceli olaylara gebe bu hayatı bırakıp gidiyordum işte. Herkesten ne az ne daha çok yapacaklarım vardı benim de. Oyuncağı zorbalıkla elinden alınmış bir çocuk edasıyla ağlamaya kaldığım yerden devam ediyorum.

-AAAAAAAAAAHHH,HAKSIZLIK BU!!!

“Nedir haksızlık olan?”

İçimden yankılanan bu buz gibi ses her seferinde kulaklarıma ulaşmayı başarırken onla nasıl mücadele edebilirim.

– Bu başıma gelenler… Komedi oyununa düşmüş bir trajedi kahramanı gibiyim. Üstelik kimsenin umurunda da değil bu durum. Kimse görmüyor, kimse duymuyor; kimse görmeyecek ve duymayacak da. Belki de en çok canımı acıtan bu. Hoş artık bir önemi de kalmadı. İçindeki sesle konuşan zavallı bir adamım ben. Belki düzeltebilirdim kendimi. Belki…

“Gerçekten de görülmeyi ve duyulmayı istedin mi?”

-İstedim tabi. İçinden çıkılmaz acılarla mücadele ederken hiçbir zaman  kimse yoktu yanımda. Basit bir üşütmeyle karnında biriken gazı ağrısını bilir misin?

“Bilirim, ordaydım.”

-Acıdan kaçamazsın. Yatağında dönüp durup terlerken hiçbir tedavisi yoktur bu durumun. Acı o kadar büyüktür ki. Üstelik bunun sebebi zavallıca bir gaz sıkışmasıdır. Annem elimi tutardı ben küçükken o kadar güzeldi ki birinin varlığı. Acı geçmese bile bir şekilde katlanılabilirdi artık. İnsanların arkadaşlıklara ihtiyaç duyuşuna sırf bu yüzden saygı gösterebilirim. Onlar can simidi edinmeyi bilen ihtiyatlı yaratıklar. Yaşanan mutluluklar öyle midir mesela; insan tek başına da gayet mutlu olabilir?

“Yalan söylüyorsun ,o günü unutuyorsun.”

-Hee ,şu kimsenin alacağımı düşünmediği işi aldığım zaman mı? Nasıl da herkes kapak olmuştu ama. Bizim okuldaki salakların ağzı bir karış açık kalmıştır eminim.

“Sadece birisini yanında istemiştin, basit bir takdir beklemiştin. Biliyorum:

İlk arabanı aldığında da böyle oldu bu durum, ilk terfiinde, yüksek çözünürlüklü televizyonu satın aldığında, yakın gelecekte pahalanması muhtemelen arsayı erken yaşında biriktirdiğin parayla kapattığında…

-Kıskanıyorlar, hepsi kıskanıyor beni. Tek başıma ayaklarımın üzerinde durabildiğim için kıskanıyorlar.

“Gittikçe karardı ruhun böyle zamanlarda. Yalnızlığın ise içindeki karanlığı çok güzel muhafaza eden bir kap oldu. Üzgünüm elimden bir şey gelmezdi.”

Tuvaletin kapısının ara ara açılıp hemen ardından tekrar kapandığını duyuyorum. İnsanlar kendi kendine konuşan insanları neden korkutucu bulurlar da gerçekte onları dinlemeyen dostlarına dertlerini anlatırlarken oldukça kafaları rahattır. Birazdan güvenlik gelir. Hastane kuralları diye bir mavra uydurur. Ne de olsa her şey için bir kural vardır. Nasıl sevişeceğine izlediğin pornolar karar verir. Adam olup olmadığını baban tayin eder. Evleneceğin kızı çevren seçer. Hepsinin kuralı vardır hepsinin. Yakında öleceğini bilen ve bunu paylaşacak bir Allahın kulu bile olmayan benim, nasıl davranacağım ile ilgili bir kural var mıdır? İşin eğlencesi kaçmadan biraz daha bağırmalıyım.

-HAYALLER! ,hadi biraz da hayallerimizden konuşalım ne dersin. Sadece sen ve ben varken ha. Çocukluktan beri konuşmamıştık senle bu konuları.

“Dalga geçme. Hayallerini yeniyetme bir tüccar gibi kelepire elinden  çıkarırken ordaydım.”

-Ne yapabilirdim ha aşağılık yaratık. Hayatta kalmak kolay mı? Kağıtlara tik atmaktan ibaret bu işi ben mi istedim. Benim yerime düşünen onca kafa varken kendi sesimi kaybetmem çok mu garip? Elimden gelen her şeyi yaptım yine de, başkasına muhtaç olmadan yaşamak istedim.

“Hep aynı şeyi yaptın ve yapıyorsun. Kendini haklı çıkarmak için bahanelere ihtiyacın yok. Ben senin düşmanın değilim. Liseden beridir içine yerleşen o adi inat tohumlarına izin vererek belki en büyük yanlışı ben yaptım.

-Doğru ya inat ettim.

Suratımdaki sırıtışa engel olamıyorum. Gözlerim en doğal görevi durmaksızın yaş akıtmakmış gibi belli bir tempoda  göz yaşı akıtıyor. Sol gözümün kenarından akan yaş çeneme doğru süzülürken ağzımın hafif aralanışında bir anlık da olsa onun tadını yakalıyorum .Gülüşüm artık beni bile korkutuyor.

-Evet doğru söylüyorsun. İnat ettim. Ölsem de diyordum içimden beni görmelerine dek inad edicem; Ölsem de’ diyordum ‘umrumda değil’. Benim hayallerimi solduran o insanların vicdanlarında derin bir yara açabileceğimi umarak onların dediklerini yaptım. İçlerinde onulmaz yaralar açarak vicdan azabından gebertecektim onları

“Fakat bu yolda beni unuttun. En değerli yoldaşını bu intikam çılgınlığında hiçe saydın.

-Sen kimsin?

Cevabını bildiği soruları insan neden sorar? Yüzüne çarpan gerçekler insana neler kazandırır? Zaten ölen bir adam için yüzene çarpan gerçeklerle kendini değitirmeye kalksa; bunun bir anlamı var mıdır? İçinde bulunduğum kabin kapısı zorla açılmaya çalışırken pimapen kapının sallantısı vücudumu sarssa da, sıkılganlıklarını kabin kurtarma operasyonu adı altında dağıtmak için savaş naraları atan öfkeli kalabalığın sesi kulağımın dibinde çınlasa da, az sonra açılan kapıdan sayamadığım kadar çok ayağın altında sürüklenerek tuvaletten atılsam da bu sesi duymamama imkan yok.

“Ben senin  ….”

SON                             thumb1

Geliştirici: rorschachsnotebook

Bircok sey ve hicbirsey.

Yorum bırakın